14 Nisan 2014 Pazartesi

4 Yıl Beklettiğim Oyun: “Ben Sinema Artisti Olmak İstiyorum” (İBBŞT)





BEN SİNEMA ARTİSTİ OLMAK İSTİYORUM

Ben Sinema Artisti Olmak İstiyorum, Neil Simon’ın 1980 yılında yazdığı, 1982'de beyazperdeye uyarlanan ve dört yıldır İBB Şehir Tiyatroları’nın repertuarını süsleyen bir oyun. Orijinal adı “ I Ought to be in Pictures.” Türkçe’ye neden bu şekilde tercüme edildiğini bilmiyorum fakat çeviri adının, metnin içeriğine uygun olduğunu söyleyebilirim. (Çeviri: Bilge Koloğlu) Yazarın, “Aklımdaki Kadınlar” (Jake’s Woman), “Aşka 103 Adım” (Barefoot in the Park) ve “Müziksiz Evin Konukları” (Lost in Yorkes) adlı eserleri de Ankara Devlet Tiyatrosu ve Tiyatrokare’de oynanmakta. Bu oyunların Türkçe’ye çevirileri de “ne ilgisi var?” dedirtecek türden. Diğer yazılarımda çeviri üzerinde pek durmam ama böyle bir tutumun “moda” olmasını da istemem.

Burada ufak bir bölüm açıp, biraz önce bahsettiğim diğer Neil Simon imzalı eserlerin tarafımdan yazılan eleştirilerini eklemek istiyorum. Aynı yazarın her oyunu için “yazar tanıtımı” yapmayı doğru bulmuyorum. Yani bu kısım bir nevi “meraklısına”…  




Meraklılar okumaya devam etsin :)

Oyun, sinema artisti olmak isteyen ve babasını on altı yıldır görmeyen bir genç kız ile Hollywood’da senaryo yazarı olan bir babanın kimi zaman kopuk kimi zaman sarmal öyküsünü anlatıyor. Bu öyküyü anlatırken de hayallere, amaçlara ve ideallere ulaşmanın yolunun “sabır”dan geçtiğini vurguluyor. Sabrın vurgusunun yanına azim, istek ve çalışkanlığı da katarak yolculuğa çıkılması gerektiğinin altını çiziyor. Tecrübenin kişiye birçok konuda yardımcı olacağını ve olaylara daha doğru baktıracağını, “tecrübe ettirerek” gözler önüne seriyor. Buradan hareketle karakter bazında değerlendirirsek;

Herbert Tucker (baba) “babalık”, Libby Tucker (kız)  ise “hayat” kavramını tecrübe ederek doğruyu bulmaya çalışıyor. Fakat bulunmaya çalışılan doğru, “deneme-yanılma” yoluyla kendini gösteriyor. Bu yöntemin yüzde yüz doğruyu vereceğini düşünmüyorum. Bir toplumun  herhangi bir doğruyu, bu yolla tecrübe etmemesi gerektiği kanaatindeyim. Hata bir kez yapılmalı ve tecrübenin ölçütü bu olmalı. (Bence) Herbert Tucker’ın kız arkadaşı Steffy’yi, “arabulucu” bir karakter olarak gördüm. Sanki baba ile kızı arasındaki çatışmaları dizginleyen, onların birbirine biraz daha yakınlaşmalarını sağlayan denge unsuru gibi. Böyle durumlarda olan arada kalana olur. İki zıt yönden gelen şey, aradakini ezer ve geçer. Fakat Neil Simon bu oyununda pek de ümitsiz değil…

Ben sinema bölümü son sınıf öğrencisiyim. Öyle olmama rağmen oyunu dört yıl beklettim. Belki ben de alanımda tecrübe sahibi olmak istedim. Oyun her ne kadar tiyatro eseri olsa da, sinemaya dair birçok şeyi içerisinde barındırıyor. Neil Simon’ın kendi çok yönlülüğünü aktardığı bir eser olarak tanımlamak yanlış olmaz. Sessiz sinemadan başlayarak, sinemanın gelişimini, sorunlarını ve bunun insandaki yansımalarını naif bir dille anlatan oyun, hayatı bir film şeridine benzeterek, aslında herkesin bu dünyada bir oyuncu olduğunun ipucunu veriyor.


Psikoterapist Yusuf Baylan şöyle demiş: "Herkes bir ilişkiye insani ihtiyaçlarını gidermek için girer ancak bu ihtiyaçların giderilmesi karşı tarafın elindedir. Dolayısıyla bir ilişkinin doyum vericiliğini belirleyen şey, tarafların karşı tarafın ihtiyacını ne oranda giderdikleridir." Bu söylemler oyunu en iyi ifade eden ve seyircinin kendine göre bir pay çıkarması gereken cümleler. Oyun, konusuyla, rejisiyle, oyuncularıyla, sahne, kostüm ve ışık tasarımıyla hatta müzikleriyle benim (seyircinin) ihtiyacımı ne derece giderebildi? Ben oyundan sonra bunu düşündüm ve yazımı bu doğrultuda yazdım. Metin ile ilintili kısım yukarıda beğeninize sunuldu. Sıra teknik unsurlarda...

Bora Seçkin’in rejisi metnin getirileri üzerine kurulu. “Sinema” teriminden ilham alınarak yaratılan beyazperde ve o perdeye yansıtılan fotoğraflar, yazarın film şeridi düşüncesine uyum sağlamış. Fakat metin sessiz sinemadan günümüz sinemasına (1980) doğru ilerliyor. Başlangıçta fotoğraf olarak şekillenen görüntülerin daha sonra sadece renklenmesinin haricinde hareketli birer görüntüye dönüşmesini beklerdim. Final için tasarlanan yaşananları bir “oyun” haline getirme fikrini hesaba katarsam, bu isteğimin pek de yersiz olmadığını ifade edebilirim. “Meyve” sepeti, sabır ve isteğin, nihayet meyvesini verdiğini simgeleyerek oyunun en anlamlı metaforu olarak yerini almış.

Dediğim gibi buram buram reji kokan bir oyunla karşılaşmadım. Seçkin’in rejisi, sinemasal ve tiyatral öğelerin birarada harmanlandığı, bu harmanın bazen kendi içinde çıkmaza girdiği ve bütünlük kurma ihtiyacının hissedildiği bir oyun olmuş. Rejisörün yönettiği diğer oyunlara baktım da hemen hemen hepsini farklı kurumlarda yönetmiş. Ben Sinema Artisti Olmak İstiyorum, Bora Seçkin’in, bağlı bulunduğu kurumda (İBBŞT) yönettiği üçüncü oyun. (Diğer ikisi “Can Ateşinde Kanatlar” ve “Trendeki Derviş”) ‘Klan’laşmanın boyutlarını görmek beni ürkütüyor!

Ayhan Doğan’ın sahne tasarımı ilk bakışta sinemaya, oyun döngüsü içerisinde ise tiyatroya hizmet etmiş. Dekorda kullanılan nesneler, olayın geçtiği yerin, evin bir bölümü olduğunu betimlese de daha çok “stüdyo” havası yaratmış. (Film çekiyorlarmış da ara vermişler gibi) Bir film şeridinde olan ses ve görüntü kısımları, kameranın içinde dönüyormuşcasına (eski kameralar öyle idi) karşıya konumlandırılmış. Filmsel öğeler aynı zamanda objektife takılan güneşlik izlenimi vermiş. Güneş ve portakal ağacı ümitlerin yeşereceğine dair göz kırparken, oturmak için yastık tercih edilmesi yazlık sinema ruhunu canlandırmış. Tasarım amaç dışı kullanılmasa da “kaba” bir görünüm sunmuş.   

Aksesuarlarda başarıyı yakalayan peruklar, dönemin sinema aktrislerine atıfta bulunurken, bir “kulis” atmosferi oluşturmuş. Renk seçimleri metal/soğuk nesnelerin (kamera,ışık vb.) durumuna uygun olarak soluktan yana olmuş. Libby Tucker’ın hayallerini taşıdığı bavulun daha büyük olmasını dilerdim. Bu haliyle hayalin inandırıcılığı biraz sönmüş. Zaman geçişleri dekorun boyalı, ışığın ve kostümün farklı oluşuyla sembolize edilmiş. (Aksesuar: Mustafa Küçücük)

Kostümler Nihal Kaplangı’nın elinden çıkmış. İspanyol paçalar döneme ayna tutarken, karakterler arasındaki yaş farkı tasarımlarla gözetilmiş. Libby ve Steffy’nin renkli kostümleri ruhsal durumlarına göre ayarlanmış. Ayrıca Libby’nin çocuksu hali giyimine yansımış. Herbert, klasik kombini ile tipik bir babayı çağrıştırmış. Kızıyla arası düzeldikten sonra hayatına bir renk geldiği kostümleriyle özetlenmiş. Bu arada hem bu bölümle hem de reji ile ilgili bir sitemim var: Herbert’ın kostüm değiştirmek için sürekli içeri gidip gelmesi konsantirasyon eksikliğine neden olmuş. Bu kadar değişikliğine ne gerek var? En ufak bir şey için içeri gitmesinin mantığı ne? Tempo yaratmak mı?

Kemal Yiğitcan’ın ışık tasarımı oldukça başarılı. Dekorla ilintili birtakım düzenlemeler doğal yoldan ışığa emanet edilmiş. (Pencerenin perdesi kapandığında ışığın kararması, film ve dizi çekimlerinde kullanılan ayaklı ışıkların, filtreleme yöntemiyle zamanı belirlemesi) Duvarların boyalı halinin ışık öğesiyle desteklenmesi, “film hilesi”ne katkıda bulunmuş. Dramatik mizansenlerin ağır bastığı sahnelerde karartma yoluna gidilmiş. Pencere, sinema salonlarındaki film odası biçiminde düşünülerek, ışığı yoğun kılmış. “Ödül alma” sahnesinde özel ışık es geçilmiş. (Star ışığı verilebilirdi) Baba ile kızın birbirini sorguladıkları sahne için de aynı şeyi söyleyebilirim. 
   
Başlangıç müziği, sessiz filmleri andırmış. (Oyun başlamadan girilen “jenerik” misali) Radyo ile dışsaldan içsele giden bir ritm yakalanmış. Romantik ve neşeli sahnelerde yine radyodan yardım alınarak, sahnenin durumuna göre şarkılar seçilmiş. Müziğin, bu oyunda bir ağırlığı yok. Yani sinemasal düzlemi yetersiz. Hem sessiz film hem de sesli film dönemlerinde, bir filmin bütünlüğünü sağlayan yegane unsur müziktir. Müzik, boşu “dolu”, etkisizi “etkili” hale getirir. Unutmamalı...

Erhan Yazıcıoğlu’nu izlerken, dört yıldır bu oyunu oynamaktan son derece sıkılmış bir profil çizdiğini gördüm. Hatta seçim döneminde dışarıdan gelen seslere ve salonda cep telefonu ile oynayan kıza takılarak, göndermelerde bulunmasını, sıkılmışlığına yordum. Bestem Türen’in sesi çok yetersizdi. Dışarıdaki gürültüyü bastırmaya yetmedi. Derya Çetinel oyunun kurtarıcısı idi. Gençlerin enerjisi bir başka oluyor. Oyunu dört sene inatla beklettim. Dört yılın sonunda gitme kararı aldım ve ilk hatamı yaptım. Hatamı deneme-yanılma yoluyla yapmadığım için mutluyum. Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim…


Not: Oyun 1 saat 30 dakika / 2 perdedir.


Kaynak: Oyun broşürü

EGE KÜÇÜKKİPER

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder